Savlı Hasan Çavuş'un Hatıraları

İçindekiler

Isparta’nın bin kalemle Nurlar’a hizmet eden mübarek Sav köyü pek çok kahraman talebeleri Risale-i Nur Hizmeti’ne vermiştir. O kahramanlardan birisi de mübarek Hasan Çavuş idi. Bu zat uzunca anlattığı hatıralarında 1950-60 arası dönemdeki Nur Hizmetiyle alâkalı mühim nakillerde bulunmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin Hüsrev Efendi ile birlikte aynı evde kaldığı günlerle alâkalı bazı hatıraların da yer aldığı bir kısım ifadeleri şöyledir:

“Eskiden beri Isparta’nın bütün icraatını Hüsrev Efendi yapardı. Mesela; çoluk çocuğunu hep bu yola hibe, feda etmiş, evinden hiç çıkmadan devamlı yazıyla meşgul olmuş, Hâfız Ali’nin (rh) vefatından sonra hizmet yük ona kalmıştı. Te’lifat olsun, mektublar olsun ona gelirdi. O çabuk çoğaltır, seri yazardı, nereye gidecekse götürülürdü. Biz Sav Köyü olarak sekiz kişi karar aldık, her gün bir kişi Hüsrev Efendi’nin evini yoklayacak, yazılanlar nereye gidecek? Nereye götürülecek diye.

Bir gün ben vardım. Hüsrev Efendi: “Kardeşim Hasan, Gökdere Köyü’nden Hacı Abdurrahman iki kamyon meşe odunu göndermiş, Sav’dan ihlaslı gençlerden gelin, nacaklarla, bıçkılarla o odunları bölüverin” dedi. Üstad üç ay kadar Hüsrev Efendi’nin üst katında kalmıştı. O zaman oluyor bu hâdise. Ben hemen haber yolladım, otuz yedi kişi olduk. Evin önünde boşluklar vardı, odunlar oradaydı. Odunları bölerken yanımızda Mehmed Çavuş diye bir zat vardı, Sav Köyü’nden yaşlı bir zattı. Hemen sessizce “Üstad bize bakıyor” dedi. Üstad’a doğru baktım, ellerini kaldırmış dua edip duruyordu karşımızda. Baktım Üstad selam verdi bize, geri çekildi… Aradan yarım saat geçti, hepimize birer delikli 2,5 (iki buçuk) kuruş göndermiş. Kırmızı bakırdan kenarları tırtıklı. Resim olmadığından Üstad onlardan taşırmış. Sonra Zübeyr’i göndermiş. Dedi: “Üstad’ımızın selamı var, hakkınızı helal etmenizi istiyor, o size hakkını helal ediyor, bu paraları 25’er lira yerine kullanacaksınız, kesenin dibine koyacaksınız” dedi. Biz çok sevindik.

Neyse biraz sonra iş bitti. İş bitince biz on sekiz kişi kalmışız. Hemen Zübeyr Ağabey geldi. “Kardeşler gitti mi” dedi? Bir kısmının gittiğini söyledik. “Üstad size bal yedirecek” dedi. Mübarek Üstad’ımız o kadar memnun olmuş ki, çay kaşığından biraz büyük bir kaşıkla ortaya konan tabaktan kendi eliyle ağzımıza sırayla bal yediriyordu. Bir de “Kahramanlar! Kahramanlar! Sav’lı kardeşler!” diye eliyle okşuyordu bizi. Orada bize üç-beş dakika ders yaptı. “Kardaşlarım! Bilhassa Savlılar, siz çok şükredin ki, Cenab-ı Hak lütfunu size ihsan etmiş. Çok köyler var ki; Risale-i Nur’dan hiç haberleri yok! Bak elhamdülillah 37 kişi gelmişsiniz, bu hizmetiniz boşa mı gidiyor sanıyorsunuz? İnşallah onun mükâfatını ötede göreceksiniz. Ne mutlu böyle hizmetler nasip olanlara” diye bize müjdeler verdi.

Üstad namaza durduğunda ev sallanırdı

Üstad Hazretleri yine Hüsrev Efendi’nin evinin üst katında otururken, bir gün ben kalın odun parçalarını ufaklıyorum. O zamanlar devamlı Hüsrev Efendi’ye gelip gittiğimden ata evlad gibi samimiyiz. Herkes de Hüsrev Efendi’nin yanına sokulamıyor. Aynı Üstad’ın yanına herkesin giremediği gibi. O da evinden çıkmadığından dolayı. Bir kere görsek de gitsek, deyip de dönenler çok oluyordu. Çoklar da bana gelir, “Şefaatçi oluver de, Hüsrev Efendi’yi görelim” derlerdi.

Hüsrev Efendi’ye dedim: “Ağabey, Üstad’ın eline bir su döksek, müsaade alıverseniz arkasında da cemaat olarak bir namaz kılsak.” Hüsrev Efendi dedi ki: “Üstad, tam senin karşındaki pencerede tashih ediyor. O öğlen namazına yarım saat kala kitabı rafa koyar, kalemleri kaldırır. Sen takip et, kitabı rafa koyup kollarını sıvamaya başlayınca, o aşağı iner, sen de odunları seleye doldur, merdivenin dibinde odun rafı var, oraya dökersin. O da yukarıdan gelince, ben sizin arzunuzu söylerim” dedi. Ben pencereden Üstad’ı görürdüm, beş altı çeşit kalemi vardı. Sarığının arasına birini kor, öbürünü çıkarır, değiştirirdi. …

Üstad ayaklarından çorapları çıkarmış, paçalarını sıvamış. Ayakları, başparmakları büyük büyük, düzgün, tâ ayağından tepesine kadar bakıyorum artık. Hüsrev Efendi de alt kattaki odasından çıktı. Üstad “Kardeşim Hüsrev, bu genç kimdir?” dedi. Hüsrev Efendi: “Efendim, bizim odunumuzu bölen bu kardeşimiz, kaç senedir bize hizmet ediyor” dedi. Üstad pencereden benim odun böldüğümü görüyordu uzaktan. Üstad: “Mâşallah! Mâşallah!” deyip beni okşadı, başımdan öptü. Üstad başından öpmeyi çok mühim tutarmış. …

Hüsrev Efendi: “Efendim, bu kardeşimiz abdest suyunuzu dökmek istiyor” dedi. “Dökebilir Kardeşim” dedi. “Cemaate iştirak etmek istiyor” dedi. “Edebilir” dedi. Hüsrev Efendi tembih ediyordu, “Çok titiz davranır, şunu şöyle yap, bunu böyle yap, sapından değil altından tut, bir karar dök, çok dökme, az da dökme, nasıl işaret ederse öyle hareket et, peşkiri verirken iki ucundan tut, parmaklarınla tut.” Elhamdülillah suyunu döktük. Üstad’ın oturağı var, ona oturuyor büyük bir abdest bezi var, gerisini kendisi yapıyor artık.

O namaza duruşunu nasıl tarif edersin, nasıl tarif edersin! Kıbleye döndükten sonra: “İlâhî Yâ Rabbi!” diyor, bir dakika filan duruyor, tekrar bir daha: “İlâhî Yâ Rabbi!”, tekrar bir daha: “İlâhî Yâ Rabbi!” üç defa diyor. O öyle dedikçe, sanki sarsılıyor gibi ev. Öyle heybetli kılıyor Üstad. Namazdan sonra tekrar elini öptüm, gene okşadı. “Ben seni ömrünün sonuna kadar duama dâhil ettim” dedi. İsmimi, babamın ismini sordu. Baban Mustafa, annen Âişe, kendin Hasan “Belki de Âli Beyt’ten olabilirsin” dedi.

Teksir makinesi, İbrahim Gül’ün evinde idi

Teksir makinesi alındı. Hüsrev Efendi en îtimatlı bizim köyü buluyordu. Köyümüz umumîdir elhamdülillah. İçimizden bir fâsık, aleyhimizde bir şahıs çıkmadı. Umum Savlılar, risaleleri kabul etmiş durumdadır. Kadın-erkek, genç-ihtiyar umumen bin kalemle herkes faaliyette. Teksir makinesi, İbrahim Gül’ün evinde idi, teksir orada yapılırdı. Teksir zamanı biz yirmi yirmi beş kişi dizilir, kâğıt mürekkebi henüz emmediğinden mürekkep dağılmasın diye çıkanı hemen birimiz kapar, kurusun diye çaktığımız çıtalara asardık. Bazı kâğıtlar âdi çıkar bizi çok uğraştırırdı. Kolu çevirdikçe çıkan kâğıtları sırayla kapıp sererdik kurusun diye. Teksir işi üç-dört sene onun yani İbrahim Gül Ağabeyin evinde Sav’da devam etti. …

Evini hizmete verenlere ve hizmete açanlara Üstad’ımızın büyük müjdesi

Sonradan, ileriki senelerde İbrahim Ağabey ağır hastalandı, mübareğin karnında su birikmişti. Hatta bir gün evine geldim, baktım çok ağır hasta. Böyle başını sallıyor, baktım tahammül edemeyecek vaziyette, müsaade istedim, ayrıldım. Neyse sabahleyin evden çıktım, baktım Üstad’ın taksisi var şu mescidin önünde (Sav’da). Hemen koştum vardım arabaya. Meğer Üstad İbrahim Ağabeyin vefat edeceğini mânen görmüş, müjdeye gelmiş. Baktım Hüsrev Efendi Üstad’ı arabadan çıkarmış. Hüsrev Efendi önde, Üstad geride duruyorlar. Bahardı galiba mayıs ayı olabilir. Üstad her yere giderken yorgana bürünür giderdi, yine arkasında yorgan bürülü.

Hüsrev Efendi bana: “Kardeşim Hasan, Üstad’ımız İbrahim Onbaşı (Gül) ile, Mustafa Gül’ü ziyarete geldi, taksi çıkmaz diye burada iniverdik, Mustafa Gül’ü buraya kadar çağırıver” dedi. Hâlbuki araba oraya çıkardı. Hemen buraya yani şimdi içinde oturduğumuz Mustafa Gül ağabeyin evine koştum. Ailesi çıktı:

“O, filan tarlaya gitti, bir buçuk saat sürer” dedi. Hüsrev Efendi’ye aynısını söyledim. “İbrahim Onbaşıyı çağır gel” dedi.

“Akşam ziyaretine vardım, ağır hasta, konuşmaya vakti yok” dedim. “Çok mu ağır hasta? Bizim geldiğimizi söyle, belki gelebilir” dedi. Ben de çağırmağa gittim. İbrahim Ağabey beni görünce: “Oğlum Hasan sen misin? Konuşmaya vaktim yok” dedi.

“Ama sana bir müjdeyle geldim, Üstad Hazretleri gelmiş, seni bekliyor” dedim.

“Nee! Nerde!” dedi. Mübarek hemen kalktı, “tut kolumdan” dedi. Karnı böyle şiş. Bastonu eline verdim, koluna girdim. Üstad’ımız İbrahim Onbaşıyı görünce bağırarak:

“İbrahim Onbaşı! Sîman ne diyor biliyor musun?”

“Bilmiyorum Üstad’ım! Her şeyi sen öğrettin, biz ne biliyoruz ki zaten.”

“Ben cennete gidiyorum! Ben cennete gidiyorum! Ben cennete gidiyorum! İşte senin siman böyle diyor” dedi Üstad’ımız.

İbrahim Abi: “Senin gibi zatlar müjde ederse bana ne mutlu çok şükür, bin şükür” dedi. Neyse yanaştı Üstad’ın ellerini öptü.

Üstad: “İnşâallah Cenab-ı Hak sana öyle kasırlar hazırladı ki, hibe ettiğin, hizmette kullandığın odaların kaç katını Cenab-ı Hak sana orada hazırladı, orada göreceksin.”

“Senden Allah razı olsun Üstad’ım! Bizi dalâletten sen kurtardın. Senin bu müjden bana yeter gayrı” dedi.

Üstad, “götür kardeşim yatsın yatağına” dedi. Bir Pazartesi günü bu hal oldu; ertesi Pazartesi toprağa düştü mübarek. Meğer Üstad vefat edeceğini hissetmiş, O’na müjdeye gelmiş. Şu kerâmete bak.

Sav’dan Eğirdir’e; oradan da Barla’ya giden Risaleler

Üstad Emirdağ’ında iken, Hüsrev Efendi’den elli tâne Zülfikar mecmuası istemiş. Ben de Hüsrev Efendi’ye varmıştım. “Kardeşim Hasan geldiğin iyi oldu, bir sıkıntımız var” dedi. “Hayrola Ağabey, ne o?” dedim “Üstad Hazretleri elli tâne Zülfikar Mecmuası istemiş, eskiden buranın postahanesinden yolluyorduk, haber geldi, yeni bir müdür gelmiş: “Sakın benden habersiz Kur’ân harfiyle bir harf bile olsa kitab göndermeyin” diye hâin adam emir vermiş. Şimdi oradan yollasak kitablar mahvolur” dedi.

Hüsrev Efendi Üstad’ın emrine o kadar ehemmiyet verirdi ki, hemen harfiyyen yerine getirirdi. “Oradan gönderemiyoruz, Üstad’ın emrini yerine getirmek lâzım ne yapalım?” dedi. Ben de: “Sen bilirsin Abi, sen ne dersen onu yapalım, biz bilmiyoruz” dedim. “Şöyle bir şey aklıma geliyor, ben şimdi sana para vereceğim bir urgan, bir çuval alacaksın, sen bu kitabları sırtında Eğirdir’e götüreceksin” dedi. “Eğirdir’de Ali Savran (Çilingir Ali) var. O, orada hizmeti yapan kardeşimizdir, sen kitabları ona ver. O ne yapar eder kitabları Üstad’a gönderir. Gider misin kardeşim?” dedi. “Hay! Hay! Ağabey” dedim. Neyse gittim çarşıya, urgan aldım, çuval aldım. Gençlik de var, hizmet üzerimize terettüp etti mi ihmal edemezdik. “Ne kadar koyalım?” dedi. “Hepsini koyalım” dedim. “Ne diyorsun sen kardeşim, bir buçuk kilo gelir bu kitabın bir tanesi!” Tam da Ağustos ayı, hava sıcak. 25 – 30 kadar kitab koyduk. Dedi: “En aşağı elli metre yolun dışından, ormanın içinden gideceksin.”

Kitabları aldım sırtıma, gide gide gittim. Eğirdir’e varmadan Findos Köyü’nü geçtin mi bir değirmen vardır. Orada bir su akardı o zaman, şimdi kaybolmuş. Bir de söğüt ağacı vardı. Evvela çuvalı ormanda sakladım. Sırtımda köpük çıkmış sıcaktan. Abdest aldım, söğüdün gölgesinde namazımı kıldım. Başım ağırlaştı, biraz yatayım dedim. Hemen dalmıştım ki bir bağırtı: “Heyt! Kalk bakalım, kimsin, burda ne yapıyorsun?” Baktım ki Jandarma, tekmeliyor. O zamanlar jandarma karakollardan muhtarlara yayan olarak emir götürürdü. Herhalde beni görmüşler. O zamanda herkes karışıyor: Jandarması, bekçisi, polisi hepsi Risale-i Nur’un aleyhinde. Hâlbuki o jandarmalar bir hacının, hocanın veya bir Müslümanın evladı. “Kimsin, ne yapıyorsun burada?” dediler. Birden aklıma geldi: “Ben şu köyde çobanım mal güdüyorum, buraya su içmeye geldim” dedim. “Muhtar köyde mi” dediler. “Ben dağdayım ne bileyim muhtarı” dedim. “Sigaran var mı?” “Yok” “Kibritin var mı?” “Yok” “Sende hayır yok be!” dediler, çekip gittiler. Ben de içimden “sizde de iş yok be” dedim. İyi ki çuvalı ihtiyaten ayrı yere koymuşum.

Neyse aldım çuvalı akşam namazına yakın Ali Savran’ın evine indirdim. Ali Savran’ın vâlidesi çok mübarek bir insandı. Üstad ona hususi dua edermiş. Beni görünce “Hasanııım ne bu hâlin, kapkara kesilmişsin, ne getirdin yine?” dedi. “Nur getirdim Nur, vâlide” dedim. “Zaten senin Nur’dan başka ne işin var” dedi. “Ali gel oğlum, bak Savlı Hasan bir şey getirmiş koş gel” dedi. Hüsrev Efendi’nin mektubunu verdim, mes’eleyi anlattım. “Evelallah ben bunları iletirim Üstad’a” dedi.

O sıralarda da Hasan Feyzi (rh) manzumelerinden, Üstad Hazretleri sekiz tâne Hüsrev Efendi’ye göndermiş, mühim yerlere gönderilsin diye de söylemiş. Hüsrev Efendi: “Bunları Ali Savran’a teslim et. Ertesi günü de Barla’ya, Bedre’ye, İslâmköyü’ne, Kuleönü’ne, Sav’a birer tâne verilsin” demişti. Neyse o gece orada yattık, ertesi gün de yayan olarak Bedre’ye, Barla’ya, İslâmköyü’ne vs. birer tâne dağıttım, elhamdülillah. Cenab-ı Hak o vazifeyi de öylece yaptırmış oldu.” [1]

[1] Ağabeyler Anlatıyor, c. 1, s. 127 Geri