Ahmed Hüsrev Efendi, 1899 yılında Isparta’da dünyaya gelmiştir. Dedesi Isparta vâlilerinden Hacı Edhemzade Ali Ağa’dır. Soyu anne tarafından Hz. Hüseyin yoluyla Peygamber Efendimiz (asm)’a, baba tarafından ise Hz. Ebû Bekir (ra)’a dayanmaktadır. Çocukluk ve gençlik devresinde gerek dinî, gerek dünyevî açıdan iyi bir eğitim gördü. Küçük yaşlardan itibaren yardımseverliği, takvası ve sünnet-i seniyyeye bağlılığı sebebiyle arkadaş çevresinde kendisine Hızır denilirdi. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar’a karşı çarpışırken Manisa civarında esir düşerek üç sene Yunanistan’da esir kalmıştır. 1923’te esaretten döndükten sonra, sekiz sene kadar değişik memuriyetlerde bulundu. Büyük İslam âlimi ve âhirzamanın büyük iman müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Isparta’ya gelmesi Ahmed Hüsrev Efendi’nin hayatında dönüm noktası oldu. 1931 yılında Bediüzzaman’la tanıştıktan sonra, derhal memuriyeti bırakarak kendini tamamen Kur’ân’ın hizmetine vakfetti ve Üstad Bediüzzaman’ın en büyük yardımcısı ve yaveri oldu. Bediüzzaman Hazretleri onun gelişini, “ Isparta’da ciddî, gayretli, metin, dirayetli bir arkadaş, bir talebe arıyordum. Beş sene bekledim, bulmadım. Sen o talebelerden birisi olmaya çalış. Sende öyle bir istidad hissediyorum. [1] ifadeleriyle, aradığı talebesini bulmanın mutluluğuyla karşıladı.
Gerçekten de Hüsrev Efendi, Üstad Bediüzzaman’ın kuvvetli bir imanı ders vermek üzere telif ettiği Nur Risaleleri’nin yazarak neşredilmesinde ve Nur hizmetinin bu vatanda kökleşmesinde, çok büyük bir gayret, ciddiyet, dirayet ve metanet gösterdi. Üstadının tabiriyle “elmas bir kılınç gibi olan kalemi” ve gayet şirin yazısıyla Risalelerin en mükemmel, en sıhhatli ve tevafuklu binler nüshalarını yazıp bir matbaa gibi çoğaltarak Anadolu’nun her tarafına neşretti. Onun Risale-i Nur’un neşrinde mânen vazifelendirilmiş olduğuna kanaat sahibi olan Üstad Bediüzzamanbir mektubunda bunu, “Aziz, hakikatli, gayretli, Sıddık kardeşim Hüsrev! …inayet-i ilâhiye tarafından sen (Sözler’in) Risalelerin yazmasına tavzif edilmişsin (vazifelendirilmişsin) ve o vazifede senin yüksek bir makamın var. ” [2] Cümleleriyle ifade etti
Ahmed Hüsrev Efendi, Kur’an’dan gelen ilhamlarla yazılan bu iman risalelerinin tüm ülkeye neşredilmesinde öyle büyük bir başarı gösterdi ki, Bediüzzaman Hazretleri onun için, “Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak icin tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesile oldu.” [3] diyerek Hüsrev Efendi’nin hizmetlerinin ulaştığını yüksek dereceyi ortaya koydu..
Yine Hüsrev Efendi’nin hizmetlerinin ulaştığı yüksek seviyeyi ifade etmek için, “Hüsrev geçmişteki yüz şeyhülislam kadar dine hizmet etti.” ve “Mazide yaşayan nice büyük evliyalar biz Hüsrev’e niçin yetişemiyoruz diye gıbta ediyorlar.” [4] diyerek kazandığı büyük manevî makamları ilan etmiştir.
Hüsrev Efendi Kur’an’a ve imana hizmet yolunda Bediüzzaman Hazretleri’yle öyle büyük bir muhabbet, şevk ve gayretle ittifak ettiler ve Hüsrev Efendi Üstadının vazifesine o kadar büyük bir destek sağlamıştı ki, adeta iki beden bir ruh hükmüne geçmişlerdi. Bu sebeble Üstad Bediüzzaman kendisine: “Kur’ân’ın dellalı olduğum cihetle, dershanenin has odasında Üstadınla yalnız bulunduğun, doğrudan doğruya onun vazifesinde şeriksiniz (ortaksınız) ve o imtiyaz sana mahsustur diye işarettir.” [5] diyerek onun hizmetinin ve makamının büyüklüğüne ve bu Kur’an hizmetinde birbirlerini tamamladıklarına işaret etti.
Üstad Bediüzzaman, 1930’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda Barla, Kastamonu ve Emirdağ gibi vatanın muhtelif köşelerinde sürgünde ve sıkı takip altında tutulurken, Hüsrev Efendi ondan gelen emirler doğrultusunda Risale-i Nur neşriyatını ve diğer Nur Hizmetlerini Isparta merkezli olarak sevk ve idare ediyordu. Hüsrev Efendi’nin günlük uykusunu bir saate indirinceye kadar olağanüstü faaliyet ve hizmetleri ve Bediüzzaman Hazretleri’nin, son derece takdir edici beyanları ve talebelerini daima ona yönlendirmesiyle, Hüsrev Efendi zamanla Nur Talebeleri içinde öylesine merkezî bir noktaya geldi ki, 1950’lere gelindiğinde Nur Talebeleri artık ona “Üstad-ı Sânimiz”, “ikinci Üstadımız” diye hitab etmeye başlamışlardı. Hüsrev Efendi, Risale-i Nur Hizmeti’nde ulaştığı bu fevkalade seviyeden dolayı Üstad Bediüzzaman’ın:
“Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi Hizmet-i Nûriye’de benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” [6] gibi pek büyük iltifatlarına mazhar oldu.
Perde arkasındaki gizli düşmanlarının oyunlarıyla Bediüzzaman Hazretleri ve Nur Talebeleri’nin, Eskişehir (1935-36), Denizli (1943-44) ve Afyon’da (1948-49) hapse girdikleri her üç seferde, Hüsrev Efendi de Üstadıyla birlikte hapis yattı. Mahkemelerdeki kahramanca yaptığı müdafaalarında: “Ben Üstad’ımın gittiği yolda ve Risale-i Nur’la Âlem-i İslâm’a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsi hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum (hayalî) suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede muvaffak eden Cenab-ı Hakk’a ömrümün sonuna kadar şükredeceğim.” [7] diyerek dosta ve düşmana, “sonuna kadar Bediüzzaman Hazretleri’nin arkasındayız, bununla iftihar ediyoruz ve bu yoldan asla vazgeçmeyeceğiz” mesajını verdi.
Onun bu harikulade kararlılık ve cesaretinden gayet memnun olan Üstad Bediüzzaman: “Hem bu Hüsrev’in kalemi gibi; fikri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz. Risale-i Nur’a karşı irtibatı (bağlılığı), iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur (usanç) vermiyor” [8] diyerek onun sarsılmaz metanetini ve -yine kendi ifadesiyle- “kalelerden daha sağlam ihlas ve samimiyetini” [9] takdirlerle ifade ediyordu.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Risale-i Nur’dan sonra en mühim bir hizmeti de Kur’an’daki tevafuk mucizesinin keşfedip ortaya çıkarmasıydı. Risale-i Nur’un neşri gibi bu Kur’an mucizesinin keşfinde dahi Hüsrev Efendi Üstad Bediüzzaman’ın en büyük yardımcısı ve bu hizmette de ortağı oldu. Kur’ân’ın yazılarındaki tevâfuk mucizesini ortaya çıkarmak Hüsrev Efendi’nin kerâmetli, hâlis ve inâyet altındaki kalemine nasib olmuştu. Bu sayede Kur’an sayfalarında pek çok tekrarlanan 2806 aded Allah lafzı ile 846 aded Rab kelimelerinin tüm sayfalarda alt alta, karşı karşıya ve sırt sırta güzel diziler ve tevafuklar oluşturduğu gösteren ve Üstad’ın ifadesiyle Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’daki orijinaline benzer, gözleri ve gönülleri okşayan harika bir Mushaf-ı Şerif ortaya çıktı. Hüsrev Efendi’nin Kur’ân’a yaptığı bu kıymetdâr hizmet karşısındaki büyük memnuniyetini Hazret-i Üstad şu ifadelerle anlattı:
“Sıddık, mübarek ve kalemi kerametli ve hizmeti muvaffakiyetli ve kalbi selim ve aklı müstakim kardeşim ve arkadaşım Ahmed Hüsrev Efendi! …Senin kalemin Kur’ân yazmaya memur olduğuna kanaatim gelmiş. En güzel kalem, senin kalemine yanaşamıyor. Hüsrev, Kur’ân hizmetinde bulunan kâtiblerin manevî bir şâhı hükmündedir demektir inşâallah.” [10]
“Senin yazdığın mûcizeli Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.” [11]
Bediüzzaman Hazretleri’yle birlikte, ihlas, sadakat, muhabbet ve tam bir dayanışmayla geçen otuz senelik hizmet arkadaşlığının ardından 1960 yılında Üstad Bediüzzaman ruhunu Rahman’a teslim edip ebedî âhiret seferine çıktı. Vefatından önce ise, ihlâsına, samimiyetine, ilmine, Allah’a olan yakınlığına, yüksek iktidarına ve isabetli fikirlerine her yönden güvendiği ve yirmi yıldır Nur Talebeleri’nin başına bilfiil geçirmiş olduğu Ahmed Hüsrev Efendi’yi kendi yerinde Nur Hizmeti’nin başında bıraktı. Zaten on sene evvelinden bu vazifelendirmenin ilk işaretini vermiş ve talebelerini şu şekilde ikazda etmişti:
“Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili bir temsilcisi olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (gayet lüzumludur).” [12]
Bediüzzaman’ın Hayrulhalefi ve vekili olarak Hüsrev Efendi’nin Nur Hizmeti’ni tam bir liyakatle sevk ve idare ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda,Hüsrev Efendi’nin Isparta’daki gayet şirin ve mütevazı evi her gün, gelen talebe ve ziyaretçilerle dolup boşalıyordu. Sohbetlerinde, Risale-i Nur’daki iman ve Kur’ân hakikatlerini, Sünnet-i Seniyye’yi yaşamanın faziletini, bu asırda Risale-i Nurlar’la imana hizmet etmenin büyük kıymetini, Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî makam ve vazifesini, Kur’an yazısını ve yazarak Risaleleri neşretmenin pek büyük sevabını anlatıyor, Risale-i Nur’un Sünnet-i Seniyye üzerinde yürüyen, bid’alarla ve siyasetle bulaşmamış, tertemiz, yüksek ve istikametli yolunu ders veriyordu. Talebelerine İslâmî ahlak ve âdâba son derece riayet etmelerini telkin ediyor, İslâmiyeti her cihetle yaşamaya gayret eden bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu. Kendisinden ders alan talebeleri ise bu sohbetlerden aldıkları feyzi, “Öyle ihlas, nûraniyet ve feyiz dolu bir hava oluyordu ki sanki başımızda kuş var da uçacakmış gibi pür dikkat dinlerdik” diye anlatıyorlar. Talebeler sohbetlerden aldıkları bu yüksek feyzin tesiri altında memleketlerine döndüklerinde ise, zamanın şiddetli baskı ve tehdidlerinden hiç korkmadan dört elle Risale-i Nur Hizmeti’ne sahip çıkıyor, hizmet uğruna gereken her türlü fedakârlığı gösteriyorlardı.
Ömrü boyunca Bediüzzaman Hazretleri’ni hapisler, zehirlemeler, sürgünler ve su-i kasdlerle engellemeye çalışan gizli düşmanları, onun vefatından sonra, bu sefer Hüsrev Efendi’yi hedefe koyarak aleyhinde karalama kampanyaları başlattılar. Bu gizli komitelerin hedefi, Nur Talebeleri’ni bölüp parçalamak ve birlikteliklerini dağıtıp hizmetlerine son vermekti. Bütün bu haince oyunları on sene evvel fark eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine defalarca şu şekilde ikazlarda bulunmuş ve bu plana bilmeden alet olmamaları için kendilerini uyarmıştır:
Gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar: Biri, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir… [13]
Yine bu gizli odakların planlarıyla Hüsrev Efendi, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra ikisi Isparta’da ve biri Eskişehir’de olmak üzere dört sene daha hapis yatmış, toplam hapis müddeti altı seneye yaklaşmıştır. Fakat bütün bunlar onda en ufak bir sarsıntı, ya da gevşemeye sebeb olmamış, aksine imana hizmet noktasındaki gayret ateşini daha da alevlendirmiştir. Bütün kirli oyunlara rağmen Hüsrev Efendi, Nur Hizmeti’ni Üstad Bediüzzaman’dan devralarak günümüze kadar en istikametli bir şekilde ulaşmasına vesile oldu ve Risale-i Nur’a sahib ve vârisler hükmünde, Hazret-i Üstad’ın tabiriyle pek çok “Saidler ve Hüsrevler” yetiştirdi.
Ahmed Hüsrev Efendi, 1971 yılında en yakın talebeleriyle birlikte, Eskişehir hapsine alındı ve üç yıla varan bu hapsi, onun en uzun, en çileli hapislerinden biri oldu. 1974’te Hapis’ten çıkınca ilk işi, Üstad Bediüzzaman’ın hayatı boyunca en büyük arzularından biri olan, “Tevâfuklu Kur’an’ın basılması” için Hayrat Vakfı’nı kurmak oldu. Üç yıl daha Hayrat Vakfı çatısı altında hizmetlerine devam eden Hüsrev Efendi, 1977 yılı 20 Ağustos’unda, aynen canından aziz bildiği Üstad’ı gibi bir Ramazan gününde hakkın rahmetine kavuştu.
Âhirzamanın büyük hidayet serdarı Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin, Hüsrev Efendi’yi Türk Milleti’ne tanıtmak üzere söylediği şu ifadeler, Hüsrev Efendi’yi ve onun yüksek manevî kıymetini tanıtmak üzere söylenebilecek en güzel ifadeler olsa gerektir:
“Ben dava eder ve ispat ederim ki… Hüsrev, Türk milletinin mânevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârıdır (kurtarıcısıdır). Ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir halis fedakârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve hodfuruşluk (gösteriş) ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyan etmek zamanı geldi…” [14]