Hüsrev Efendi, ziyaretine gelenlere nasıl tebliğ yapmaları gerektiğini de anlatırdı. “Kendi lisanınızı bırakın, Risale-i Nur’un lisanıyla konuşun. Risale-i Nur’un lisanı öz İstanbul lisanıdır” diyen Hüsrev Efendi, bu şekilde Risale-i Nur’daki iman hakikatlerinin izah ve ispatında gayet kuvvetli ve beliğ olan cümle ve ibarelerinden faydalanılmasını tavsiye ederdi. Bu şekilde aynı zamanda, Risale-i Nur’un muhafaza edip geliştirdiği gayet zengin bir Türkçe’nin Nur Talebeleri vasıtasıyla yayılmasına çalışırdı.
İhlas Risalesi’ndeki şirket-i mâneviye sırrını anlatarak talebelerine şöyle şevk verirdi:
“Müşterek çalışmamızla ortaya bir lamba çıkarsak ve her birimizin yanında da büyük bir ayna olsa, her birimizin aynasında bu lambanın tamamı mı görünür, yoksa, mesela bir fitil taktık, sadece o mu görünür? İşte aynen bunun gibi, bugün Türkiye’de ve dünyanın her tarafında rıza-yı ilâhi için Risale-i Nur’a çalışanların hepsinin sevabı, Cenab-ı Hakkın izniyle bir yere toplanıyor. Herkesin amel defterine onun tamamı geçiyor. Düşünün, ne kadar büyük bir sevaptır. Ne kadar küllî bir hizmettir, fazilettir! Hem Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şerifinde, “Bir kişinin senin vesilenle hidayete ermesi, senin için, üzerinde güneşin doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır.” buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifinde de, “Bir kişinin senin vesilenle imana gelmesi, senin için, sahralar dolusu kırmızı koyunu Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır.” buyuruyor. Soruyorum size, ömrünüzün sonuna kadar çalışsanız bu kadar koyun elde edebilir misiniz? Kazanabilir misiniz?”
Risale-i Nur Hizmeti’ndeki ‘şefkat’ düsturu her halinde bariz bir şekilde görünen Hüsrev Efendi, en güzel bir ahlak olan hilm (yumuşak huyluluk) sıfatına da tam anlamıyla mazhardı. Talebelerine de tebliğde şefkatli ve halîm olmayı tavsiye eden Hüsrev Efendi, insanlara îtidalli bir pencereden bakılması için, “İstikbalde İslâmiyet’e hizmet edecek kahramanları şimdi görseniz inanamazsınız. ‘Bu adam o vazifeyi yapamaz, buna da mı itimad edilir? Bu da mı yapar o işleri? dersiniz.”
İnsanları olduğu gibi kabul etmek gerektiğine dair Hüsrev Efendi’nin beyanlarını bir talebesi şöyle nakletmektedir:
“Bir gün Üstad’ımız Hüsrev Efendi ile muhtelif mevzular üzerinde konuşuyorken bana teselli babında dedi ki: ‘Denizin dalgalı halini gözünün önüne getir!’ ‘Getirdim’ dedim. ‘Bir de denizin durgun halini gözünün önüne getir! O denizin dalgalı halini ins ve cin bir araya gelse durduramazlar. Durgun hale getiremezler. İşte dünya hayatı dalgalı deniz gibidir.’ dedi. Sonra bir eliyle diğer elini tuttu. Ve beş parmağını göstererek: ‘Bak’ dedi, ‘Bu beş parmağın boyları muhtelif. Şimdi biz bunların hepsini küçük parmağın hizasında kessek münasip olur mu? Olmaz! Çünkü sahibi Allah, en güzel bir sûrette yaratmış. Ötekini uzatsak, çeksek yukarı doğru, münasip mi? Hayır, olmaz! İşte insanları da böyle düşüneceksin. Bu elinin parmaklarını nasıl kabul ediyorsan insanları da olduğu gibi kabul edeceksin. Hem fazla üzülmeyeceksin, hem İslâm’ı yaşayacaksın, hem de hizmet edeceksin. Eğer böyle yapmazsan çok üzülürsün’ dedi”
Bu asrın insanlarının istemeden kendilerini büyük bir fitnenin içinde bulduklarını söyleyen Hüsrev Efendi, halkın çoğunluğu gafletle beş vakit namaza gitmedikleri halde cuma ve bayram namazlarına gitmelerinden ümitlenir ve milletin bu halinin iman emaresi olduğunu ifade ederdi. Bu itibarla talebelerine tebliğde ve mânevî cihadda halka karşı şefkatle boyanmış bir nazar kazandırmak isterdi.
Hüsrev Efendi, ziyaretine gelen kimselerin hatalarını yüzlerine vurmazdı. Bir kişinin kalbinde başka birine karşı bir soğukluğu, bir sıkıntısı varsa onun kalbini yumuşatır, düşüncelerini düzeltir ve o kimseyi yanından rahatlamış olarak gönderirdi. Talebelerine de bu mevzuda şöyle derdi:
“Siz bir kimseyle karşılaştığınız zaman hemen, ‘Namaz kılmıyorsun, içki içiyorsun, sigara içiyorsun!’ diyerek hatalarına dokunmayın. Eğer siz onun kalbini kazanıp Allah rızası için bir şeyler anlatabilmek istiyorsanız, onun mutlaka iyi bir hasleti vardır, o iyi hasleti bulun. ‘Sen iyi bir insansın. Senin şu hasletin var ki, hakikaten çok iyi’ deyin. Ama arkasından, ‘Şunu da yapsan…’, namaz kılmıyorsa, ‘Bir de namaz kılsan…’, namaz kılıyorsa, ‘Bir de sarık sarsan daha iyi olur’ diye ilave edin. Biz enaniyetin en zirvede olduğu bir devirde gelmişiz. Birinin enaniyetine dokundun mu artık onu bulamazsın gider. İyi yapacağım derken tahribat yaparsın.”
Hüsrev Efendi, talebelerine her fırsatta tebliğde bulunmalarını tavsiye ederdi. Bu meyanda talebelerine zaman zaman şöyle derdi:
“Gideceksiniz, insanların kapısını çalacaksınız. Diyeceksiniz ki: ‘Çocuklarımıza iman dersi vermezsek Allah korusun bu gidişle yarın komünist, anarşist olacaklar! Bunları bize verin. Biz bunlara Allah’ı öğretelim. Kur’ân’ı öğretelim. Size hayırlı evlat olsunlar.’ İnsanların imanının kurtulmasına sebep olmaya çalışacaksınız.”
Risale-i Nur Talebeleri’nin keşif ve kerâmet peşinde olmadıklarını, gayelerinin hizmet ve rıza-yı ilâhi olduğunu sık sık ifade eden ve “Siz daima Allah’ın rızasını arayın! Allah’ın rızasının nerede olduğu, hangi amelde bulunduğu belli olmaz!” diyerek talebelerini daima rıza-yı ilâhiye, ihlâsa sevk ederdi. Ona göre sahabelerin hizmetleri ile sahabelerin küçük kardeşleri olan Risale-i Nur Talebeleri’nin hizmetleri arasında benzerlikler vardı. Sahabelerde de keşif ve kerâmetler sıkça görünmüyordu. Kerâmet mevzuunu soran bir talebesine, “O kapılar şimdi kapalı. Eğer o kapılar açık olsa, bütün Risale-i Nur Talebeleri kerâmet gösterebilir. Asr-ı saadetle bizim aramızda benzerlik var”cevabını vermişti.
Hüsrev Efendi, keşfin açılmasının tebliğde mühim bir mâni teşkil edeceğini şöyle ifade ederdi:
“Eğer keşfiniz açılacak olsa hizmet edemezsiniz. Uğraşırsınız artık, kabirdekiler ne yapıyor, falan ne haldedir, diye. Bu, zincirleme gider. Hizmeti de bırakırsınız. Hem keşfiniz açılsa, insanların mânevî hâllerini görseniz pek çoklarına selam vermek dahi istemezsiniz.” [1]