Bediüzzaman Hazretleri’nin, Hüsrev Efendi’nin kendisinden sonra hayru’l-halefi olacağına işaret eden Risale-i Nur’daki ifadeleri gibi pek çok beyanları vardır. Şimdi de Bediüzzaman Hazretleri’nin, Hüsrev Efendi’yi kendi yerine bir hayru’l-halef olarak bıraktığına dair Hüsrev Efendi’nin talebelerine şifâhî olarak anlattığı rivayetlere yer vereceğiz.
Hüsrev Efendi, hâlen hayatta olan yakın talebelerine Bediüzzaman Hazretleri ile arasında geçen şu görüşmeyi çok defalar anlatmıştır:
“Bediüzzaman Hazretleri, benim kaldığım bu eve gelip, yukarı kata çıkmıştı. Yaz ortasıydı. Yeni çıkan çekirdeksiz üzümlerden aldırmıştım. ‘Efendim çekirdeksiz üzüm arzu eder misiniz?’ diye sorunca sessiz kaldı. Ben de arzu ettiğini anladım ve yıkayıp getirdim. Hazret-i Üstad:
-Otur kardeşim Hüsrev dedi. Sonra; ‘Hüsrev! Benim vekilim sensin.’ buyurdular. Daha sonra: ‘Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri’nin kasidesinde bana hitaben كُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ (Vaktin Abdülkâdir’i ol!) buyurması benim ömrümün de Şeyh-i Geylânî (ks) Hazretleri gibi 91 sene olacağına işaret ediyor. [1] Fakat ben pek çok zehirlenmelerden dolayı âhirete sekiz sene önce gideceğim. Ömrümün kalan sekiz senesini de sana veriyorum’ dedi. Bunun üzerine:
– Üstad’ım ben sizden ziyade hastayım. Sizin yerinize âhirete ben gideyim, siz hizmetinize devam edin dedim. Bediüzzaman Hazretleri cevaben:
– Hayır Hüsrev, benden sonra sana on beş yaşındaki delikanlı gibi sıhhat verilecek buyurdular.” [2]
Yine bu görüşmeyi teyid eden başka bir hâdise daha Hüsrev Efendi tarafından nakledilmektedir. Hazret-i Üstad’ın vefatından kısa bir süre evvel, Isparta’nın güney batı tarafındaki Kirazlıdere mevkiinde bir kır gezisinde, yakın hizmetinde bulunan bazı talebelerin huzurunda, Üstad Bediüzzaman ile Hüsrev Efendi arasında şu konuşma geçer:
–“Melekü’l-Mevt (ölüm meleği) gelse ‘Seni mi alayım, Hüsrev’i mi alayım?’ dese, ben ona: ‘Beni al, Hüsrev kalsın. Hüsrev hem benim yerimde hem de kendi yerinde hizmet etsin derim.” Bunun üzerine Hüsrev Efendi hürmetle:
–“Üstad’ım! Ben zaten otuz beş senedir hastayım! Melekü’l Mevt beni alsın, sizden evvel ben âhirete gideyim, âhirette sizi ben istikbal edeyim (karşılayayım)” diye mukabele eder. Bunun üzerine Üstad Bediüzzaman:
–“Hayır Hüsrev! Kader-i ilâhî öyle ister! Ben gideceğim sen kalacaksın. Sen hem benim yerimde, hem kendi yerinde hizmet edeceksin!” der. [3]
Bediüzzaman Hazretleri’nin buradaki ifadeleri aynen daha önce söylediği şu sözleri hatırlatmakta ve onunla tamamen mutabık düşmektedir:
“Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddi istiyor. Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi Hizmet-i Nûriye’de benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” [4]
Hüsrev Efendi gibi, Risale-i Nur’un kahramanı unvanını kazanmış, hayatını milletin imanına hizmet uğrunda feda etmiş, Risale-i Nur’un neşrinde en büyük hisseye sahip olmuş, Asr-ı Saadet’ten bugüne kadar kimsenin yazmaya muvaffak olamadığı tevâfuklu harika bir Kur’ân’ı yazmakla mümtaz kılınmış ve Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle ihlâs sırrına tam mazhar olmuş bir zatın Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadelerine mutabık yukarıdaki beyanları elbette en sağlam, en güvenilir, en mutemed rivayetlerdendir. Risale-i Nur’daki yazılı beyanlara tamamen mutabık olan bu ifadeleri, Hüsrev Efendi mükerrer defalar derslerinde teyid etmiştir. [5]
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, yıllar önce Isparta’ya gelişinin ikinci senesinde çok sevdiği yeğeni Abdurrahman’ın vefatı üzerine büyük üzüntülere kapılarak şöyle demişti:
“O (Abdurrahman) dünyada kalsaydı; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayru’l-halef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi ve en zeki bir talebem, bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhâfızı olurdu.” [6]
Hazret-i Üstad’ın daha Nur Hizmeti’ne başlarken arzu ve niyet ettiği, kendisinden sonra yerine hayırlı bir halef, davasını devam ettirecek bir vekil bırakma düşüncesi, işte bu şekilde otuz sene sonra Ahmed Hüsrev Efendi’yi kendi yerine bırakmasıyla gerçekleşmiş oluyordu.