Dinimizin ehemmiyetle üzerinde durduğu mevzulardan biri de Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan idareciler etrafında toplanmalarıdır. Pek çok âyet ve hadis-i şerifler bizlere idare ve itaatin önemini ve mü’minlerden oluşan -küçük büyük- her çeşit topluluğun başında bir idareci bulunmasının fevkalâde lüzum ve ehemmiyetini göstermektedir. Allahü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan emir sahiblerine (idarecilerinize) de itaat edin!” [1]
Resul-ü Ekrem Efendimiz de (asm) bir hadis-i şeriflerinde idareciye itaatin mü’minler üzerine farz oluşu hakkında şöyle buyurur:
“İtaatten elini çeken kıyamet gününde Allah’a hüccetsiz (mazeretsiz) olarak kavuşur. Kim de boynunda biat olmadan ölürse o da cahiliye ölümü ile ölmüş olur.” [2]
Başka bir hadis-i şeriflerinde, “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarından birini başkan seçsinler!” [3] buyuruyor.
Diğer bir hadis-i şerifte ise, “Dünyanın ücra bir köşesinde de olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir (idareci) tayin etmeden yaşamaları doğru olmaz” [4] buyurmaktadır.
Üstad Bediüzzaman’ın Lemaat’ta ifade ettiği; “Karıncayı emîrsiz (idarecisiz), arıları ya’subsuz (arı beyisiz) bırakmayan kudret-i ezeliye, beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette” beyanları, -değil yalnız insanların- arı ve karıncaya kadar sosyal bir hayat süren bütün toplulukların bir idarecisi bulunmasını, ilâhi hikmetin şu âleme koyduğu nizam ve düzenin bir gereği olarak tarif etmektedir.
Hz. Üstad, bütün âlemde cari olan bu idârî düzenin Nur Hizmeti’nde de bulunduğuna işaretle, bu hizmetin en temel esaslarını beyan ettiği İhlas Risalesi’nde şöyle der:
“Mesleğimizin esası uhuvvettir (kardeşliktir). Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta (bağ) değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” [5]
İhlas Risalesi’nin devamında bulunan “Yazı Mektubu”nda aynı mes’eleye temas eden şu ifadeyi kullanır:
“Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir alim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız.” [6]
Bu fitneler asrında, dinsizliğe karşı cemaat halinde hizmet eden Nur Talebeleri’nin de başında bir idarecilerinin bulunması, âyet ve hadislerde emredilen ve âlemdeki nizam ve intizamın gerektirdiği mutlak bir zarurettir. En basit dünyevî derneklerin başında dahi bir idareci, bir baş bulunurken Nur Cemaati gibi en büyük bir mânevî cihadı îfâ eden bir şahs-ı mânevînin idarecisiz ve başsız kalması imkân haricinde, fıtrata ve âlemde kurulu düzene ters bir durumdur.
Bu ne İslâmiyet’in düsturlarına, ne hayatın gerçeklerine, ne de Risale-i Nur Hizmeti’nin prensiplerine uyar. Üstad Hazretleri, hayatı boyunca daimi sûrette cemaat ve şahs-ı mânevînin önemine vurgu yapmakla beraber, bizzat o şahs-ı mânevînin başında kendisi bulunarak Nur Cemaatini idare etmiştir. Kendi vefatından sonra da aynı şekilde o şahs-ı mâneviyi temsil ederek başkanlığını yürütecek bir reisin bulunmasının zarureti ise açık bir hakikattir. Cemaat içinde birlik ve beraberliğin sağlanması, hizmetin umumunu alâkadar edecek kararların alınabilmesi, çıkabilecek ihtilafların giderilmesi, gizli din düşmanlarının tuzaklarına düşülmemesi ancak fikrine, ihlâsına, tecrübesine, firâset ve idaresine itimad edilen ve son sözü söyleyebilecek saygın bir idarecinin başta olmasıyla olur.
Bundan dolayı fıkıh kitablarındaki “Kâdılar Bölümü”nde geçtiği gibi, bir toplumun başına idareci seçilmesi farzdır. Bu hususta İmam-ı Gazalî diyor ki; “Bir cemaatin başına reis seçilmesi cihaddan daha faziletli bir farzdır.” Çünkü bir toplumda merkezi teşkil edecek bir merci bulunmadığı takdirde, o toplum yıkılıp dağılmaya mahkûmdur.
Hazret-i Ali (ra) da bu noktadan, idareciyi tesbih ipine benzetmektedir. İp kopunca tesbihin taneleri dağıldığı gibi, idarecisini kaybeden toplum da dağılmaya mahkûmdur.
Madem hakikat budur; Bediüzzaman Hazretleri gibi, “Asrımızın cemaat zamanı olduğu ve bu asırda ancak tam dayanışma halinde bir cemaat ile küfrün şahs-ı mânevîsine gâlib gelinebileceğini” eserlerinde dava eden, hayatında böyle bir cemaati kurup temsil ve idare eden bir zatın, o cemaatin şahs-ı manevisini kendinden sonra temsil ve idare edecek bir “hayru’l-halefi” arzu etmemesi düşünülemez. [7] İşte bu sebeble, Bediüzzaman Hazretleri âhirete gitmeden önce, her cihetle güvendiği, otuz yıllık hizmetiyle en yakın talebesi olarak temayüz eden ve Nur Talebeleri’nce de öyle bilinen ve Hazret-i Üstad’ın “Bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayet sahibi” [8] dediği Hüsrev Efendi’yi kendi yerine bırakarak âhirete öyle gitmiştir. Bunu hem Üstad Bediüzzaman’ın yazılı ifadelerinde, hem sözlü beyanlarında, hem de o devrin şahitlerinin açıklamalarında görmek mümkündür.
Devamı: Bediüzzaman Hazretleri’nin Hayru’l-Halefi