Şahsi Kemalatı

İçindekiler

İslam tarihi boyunca Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri gibi kerametleriyle meşhur olmuş nice evliyalar gelip geçmiştir. Asırlar boyunca evliyâdan sudûr eden o kadar çok kerâmâta şâhid olunmuştur ki, yüzlerce tevatür derecesinde kuvvet kazanmıştır. Bundan dolayıdır ki kelâm âlimleri “evliyânın kerameti haktır” diyerek bunu imanî mes’eleler arasına almışlardır. Evliyanın kerametine bir numune olarak; Hazret-i Ömer’in (ra) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına “Yâ Sâriye, dağa çekil dağa” deyip, kendisine işittirip zaferine sebeb olması hâdisesi milyonlarca emsalinden yalnızca biridir. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, velâyetin peygamberliğin bir delili olduğunu söyler ve risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, ehl-i velâyetin kalb gözüyle görüp ruhuyla zevk ederek aynı hakikati aynelyakîn derecesinde tasdik ettiklerini ifade eder.

İşte bu nevden başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere Hulusî Bey, Hâfız Ali ve Hoca Sabri gibi bazı büyük Nur Talebeleri dahi Allah’ın bir ikramı ve yapılan iman hizmetinden razı olduğunun bir alameti olarak bazı kerametlere mazhar olmuşlardır. Bilhassa Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin, ziyaretine gelenlerin kalblerinden geçen sualleri bilip daha onlar sormadan münasip cevaplar vermesi yüzlerce kez şâhid olunmuş olan kerametlerinden yalnız bir nev’i idi.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kendisinden sonra davasını keskin firâset ve dirayetine emanet ettiği Hüsrev Efendi de Üstad’ı gibi Hizmet-i Nûriye’de pek çok harikalara ve kerametlere mazhar olmuştur. Henüz Risale-i Nur’u yazmaya başladığı ilk sıralarda, büyük bir harika onun eliyle zuhur etmiş ve -daha önce de bahsi geçtiği üzere- Bediüzzaman Hazretleri tarafından bu harika keramet, “Hüsrev gibi… bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir kerâmet-i esrar-ı Kur’âniye’dir.” [1] cümleleriyle ifade edilmişti.

Risale-i Nur’la imana hizmet yolunda dünyadan el etek çekip kırk yıllık bir inzivayı tercih eden ve bu uğurda her türlü çileye göğüs geren ve Bediüzzaman Hazretleri’nin en büyük yardımcısı ve bayrakdarı olan ve tam bir zühd ve takva-yı kâmile ile ömür süren Hüsrev Efendi, Üstad’ı gibi bu asra nasib olmuş Allah’ın veli kullarından bahtiyar bir zat idi. Bu cihetle Hazret-i Üstad’ın kendisi hakkında, “Hakikaten O, Hizmet-i Nûriye’de bir inayete mazhardır.” [2] dediği gibi Hizmet-i Nûriyesi boyunca pek çok, inâyât ve kerâmâta mazhar olmuştur. Bundan evvelki kısımlarda onun üzerinde tezahür eden ve Risale-i Nur’a mal olmuş bazı harikalar zikredilmişti. Burada ise 1960 sonrası dönemde Hüsrev Efendi’nin talebeleri tarafından şâhid olunmuş bazı kerametlerine işaret edeceğiz.

Emekli Başçavuş Eşref Özer’in Hatırası

“1971’de memleket çapında seksen küsur medrese kapatılıp Nur Talebeleri hapse atıldığında Maraş’taki medrese talebeleriyle birlikte, bu zulme sebeb olduğunu düşündüğümüz dünyaca meşhur bir zata namazların ardından ismen beddua etmeye başladık. O sıra Maraş’tan bir kardeş, Hüsrev Üstad’ımızı ziyarete Isparta’ya gitmiş. Döndüğü zaman bana: “Eşref Ağabey, Üstad’ımızın sana selamları var. ‘Kimseye ismen beddua etmesinler’ dedi. Fesübhanallah kardeşim niye söyledin beddua ettiğimizi dedim. Vallahi ben söylemedim. Böyle yaptığınızdan da haberim yok” dedi.

Yine ben Eğirdir’in bir köyünde karakol kumandanlığı yaparken oradaki halkın birbirine iftiralarından iyice bunalmıştım. Zaman zaman Cenab-ı Hakk’a dua ederken, her iki Üstad’ımızı da şefaatçi yaparak oradan kurtulmayı niyâz ediyordum. Elhamdüllilah sonunda Cenab-ı Hak bizi oradan kurtardı ve Yalvaç’ın bir köyüne tayin edildim. Ben oradayken önceki köyün ileri gelenleri geldiler. “Biz gerekirse başbakana kadar çıkıp senin tayinini köyümüze geri aldırmak istiyoruz” dediler. Dedim ki “kardeşim ben şimdi size müsbet ya da menfi bir cevap veremem. Önce Hocam Hüsrev Efendi’yle bir görüşeyim. Daha sonra size bir cevap veririm” dedim. Geldim, Küçükçekmece’de Vakfın yakınındaki kaldığı köşkte kendisini ziyaret ettim. Bana “Şimdi neredesin kardeşim?” diye sordu. “Efendim ben o köyden Yalvaç’ta bir nâhiyenin karakol kumandanlığına tayin edildim, şimdi oradayım” dedim. “Ben senin o köyden kurtulman için çok dua ettim kardeşim, çok dua ettim”dedi. Demek ki bizim oradaki sıkıntılarımızdan Cenab-ı Hak haberdar etmiş ve onun duası bereketiyle oradan kurtulmuşuz. Böyle çok harika hallerine şâhid olurduk Hüsrev Efendi’nin.

Hüsrev Efendi çok nûranî çok mübarek bir şahıstı. Kim görürse görsün, “sanki bu dünya adamına benzemiyor” derdi. Melaike gibi nûranî mübarek bir şahıstı. Şefkatli merhametliydi. Hatta şefkatinin bir kerametli numunesini şöyle gördük. Maraş’tan dört arkadaş gitmiştik.İçimizdeki genç bir arkadaş yol parasını borç alarak gelmiş ama benim bundan haberim yoktu. Hüsrev Efendi Hazretleri, yanından ayrılacağımız sıra, çıkardı o gencin yol parasını kendisine verdi. Hâlbuki orada böyle bir laf edilmedi, hiçbir şey söylenmedi. Ama açık bir şekilde o, keşif ve kerametiyle onun nasıl gelip nasıl döndüğünü Cenab-ı Hakk’ın izniyle bildiği için ona tutup yol parasını verdi. Bizlere vermedi. Yalnız ona verdi. Sonra öğrendim ki çocuk borç almış gelmiş.” [3]

Süleyman Semiz’in Hatırası

Yakın talebelerinden olan Burdur Bucaklı merhum Süleyman Semiz, Burdur Hapishanesi’nde mahbus iken, Hüsrev Efendi’nin büyük bir kerametiyle karşılaşır.

“Biz 1964’de Nurculuk’tan dolayı Burdur Hapishanesi’ndeyken, mah­kûm­lar­dan biri sürekli Allah’a küfrediyordu. Bu durum bize müdhiş ızdırab veriyordu. Bir gün, ‘Zaten burada hapis durumdayız. Ben bunun cezasını vereyim’ diye kafama koydum.Artık devamlı sûrette onu düşünüyorum. Yattığımız ranzaların altında büyük tahtalar var. diye k ‘Cezasını bunlarla vereyim’arar verdim. Gece olduğunda battaniyeyi başıma çektim. O anda battaniyenin altında düşünürken, birden çocuklarımı yanımda gördüm. Battaniyeyi kaldırıyorum, kimse yok. Başıma çekiyorum, yine çocuklarım! ‘Yahu’ dedim, ‘Bunda bir hikmet var. Çocuklar bu işten mahzun kalacaklar her halde. Acaba ne yapsam ki? Bugünde sabredeyim bâri’diye kalbime geldi. Ertesi güne tehir ettim. O gün, Isparta’dan Hacı Ahmed kardeş erkenden hapishaneye ziyaretime geldi. Üstad’ımız Hüsrev Efendi onunla acele haber göndermiş:‘Süleyman’a selamımı söyle. Bazı insanlar hayvan hükmündedir. Onların sözlerine itibar edilmez…’ demiş. Bu sözleri duyunca, dağ gibi büyük bir yükün altından kurtulmuş gibi oldum. ‘Yarabbi, şükür!’ dedim. Bütün sıkıntılarım birden izale oldu, gitti.” [4]

Câvîd Saraçoğlu’nun Hatırası

Merhum Câvîd Saraçoğlu, Yugoslavya’da 1960’lı yıllarda açılan Nur Med­re­seleri’nin hocasıdır ve Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra Hüsrev Efendi ile görüşüp tanışmak için Isparta’ya gelir. Kendisini Hüsrev Efendi ile görüştürmesi için ricada bulunduğu, güya Nurcu olarak bilinen bir esnaf, bazı art niyetlere sahip olduğu için üç gün boyunca kendisini oyalar ve devamlı Hüsrev Efendi aleyhinde ileri geri konuşarak onu kararından vazgeçirmeye çalışır. Fakat kararından asla vazgeçmeyen Câvîd Efendi’yi en sonunda küçük bir çocukla Hüsrev Efendi’nin evine kerhen göndermek zorunda kalır. Bundan sonrasını hatıralarında kendisi şöyle anlatıyor:

“Meğerki üç gündür bana sıkıntılar vererek gitmemem için beni oyaladıkları Hüsrev Efendi’nin evi, üç dakikalık mesafedeymiş. Bahçe kapısına geldik ve kapının tokmağını vurduk. Bir kardeş kapıyı açtı ve avluya girdik. Bir de baktım Hüsrev Efendi Hazretleri, evinin avluya bakan kapısının önüne çıkmış bekliyor. Ben daha selam bile vermemişken; ‘Sen hoş geldin Câvîd kardeşim, hoş geldin Câvîd kardeşim! Geçmiş olsun Câvîd kardeşim, geçmiş olsun! Safa geldin buyur geç kardeşim. Kurtuldun artık; hiç müteessir olma kardeşim sıkıntın bitti’ dedi.

Allah Allah! Ben o anda sanki sihirlendim! İçimden “Nereden bildi benim adımın Câvîd olduğunu? Ben bu kapıdan içeriye ilk defa giriyorum! Bu nasıl olur?” diye şaşkınlık geçirdim. Kim anlattı acaba diyorum? Üç gündür yaşadığım sıkıntıları nerden bildi?Ama orada beni tanıyan kimse de yok. Allah Allah! Sonra içeriye girdik. Mübarek, sedirine oturdu. Ben de elini öpüp gösterdiği münasip bir yere oturdum. Hüsrev Efendi ile ilk tanışmamız işte bu şekilde oldu.”

Ali Akbulut’un Hatırası

Hüsrev Efendi’nin emriyle Isparta’nın Şarkikaraağaç İlçesi’nde Nur Medresesi açan ve bu sebeble arkadaşlarıyla birlikte 1965, 1966 ve 1967’de üç defa hapis yatan ve sonuncusunda beş sene hapis cezası alan [5] 1924 doğumlu Ali Akbulut “pek çok kerametlerine şâhid oldum” dediği Hüsrev Efendi ile alakalı bir hatırasını şöyle anlatıyor:

“Benim kayınpederimin Arabca kitabları okuyup anlayabilecek kadar bir ilmi vardı. Ona Ri­sa­le-i Nur’u tanıtmak için ne kadar uğraştıysam da tarafdar olmuyor, bana açıp eski tefsir kitablarından okuyor, onları medhediyordu. Hem açtığımız medresede kalıp okumak isteyen bir torununa da müsaade etmiyordu. Hatta beni de hizmetten vazgeçirmeye çalışıyordu. Birgün kendisine, “Baba, benim seni ikna edebilecek bir bilgim yok. Gel beraber Hüsrev Efendi’ye gidelim. Senin ilmin var, eğer beğenmezsen ben de dönerim” dedim. Tamam olur deyince Cuma günü birlikte Isparta’ya ziyaretine gittik.

Vardığımızda içerisi sarıklı, nurlu bir cemaatle doluydu ve Hüsrev Efendi onlara sohbet ediyordu. Daha sonra bana döndü ve hizmetlerden sordu. Ben anlattıktan sonra kayınpedirimi tanıştırdım. Kendisine onun hakkında hiç bir şey söylemediğim halde, başladı anlatmaya: “Biz eski tefsirlerin, kitabların kıymetine bir şey demiyoruz. Fakat onlar kütübhanelerde dolu olduğu halde insanlar bugün bu durumda! Cenab-ı Hak bu asırda Risale-i Nur isminde yeni bir Kur’ân tefsiri ihsan etti. Biz de bugünün derdlerine deva olan bu yeni Kur’ân nurunun neşrine çalışıyoruz” diye güzelce anlattı. Başka bazı mevzular da anlattıktan sonra bize müsaade etti ve “Arabanız hazır yollarda eğlenmeyin” diye ekledi. O zamanlar bizim kazaya günde bir otobüs kalkar, kaçırdın mı o gün Isparta’da kalmak zorunda kalırdın.

Dışarı çıktığımızda ben Üstad’ın sözü muhakkak çıkar, gecikirsek arabayı kaçırırız düşüncesiyle acele ediyordum. Fakat kayınpeder beni durdurup konuşmaya çalışıyor: “Dur oğlum bir yahu. Siz yolunuzu bulmuşsunuz. Ben bir şey bilirim zan ederdim. Bu cemaati biliyor musun sen nasıl bir cemaat bu? Bunlar Asr-ı Saadet cemaatine benziyor. Sizin bu yolunuz doğru. Sen hizmetine devam et. Torunu da yarından itibaren sana teslim edeceğim. Onun işleyeceği işleri de ben yaparım” diyordu. O beni durdurmak istiyor, ben de yürümek istiyordum. Neyse böyle garaja geldik. Yakın ya zaten. Bir de baktık Üstad’ımızın dediği gibi araba hareket etmiş, muavin kapıda “Karaağaç! Karaağaç!” diye bağırıyor. Koştuk yetiştik. Bir saniye daha dursak araba gidiyormuş.

Üstad’ımız kayınpederle yaptığımız önceki konuşmalarda sanki yanımızdaymış gibi tam da onun ihtiyacına göre konuşmuştu. Hem biraz sonra arabamızın kalkacağını da görmüş gibi haber vermişti. Onun oturduğu yerden dış âlemi görürcesine haber verdiği böyle çok kerametlerini gördüm. Gittikten sonra çocuğu da medreseye aldık ve yetişmesine vesile olduk elhamdülillah.

Ablası Hatice Hanım’ın Hatırası

Hüsrev Efendi, 1951 yılından ömrünün sonuna kadar, ablası Hatice Ha­nım’ın Ankara’ya taşınmaları sebebiyle boşalan evinde kalmaya başlamıştı. Küçüklüğünden beri Hüsrev Efendi için ikinci bir anne gibi olan çok sevdiği ablası yaz aylarında gelir, Hüsrev Efendi’ye misafir olur, yemek çamaşır gibi hizmetlerinde yardım ederdi. Ablası evin masraflarına ortak olmak istediğinde, “Ben zaten sana ev için kira vermiyorum” diyerek kabul etmez, en sevdiği ablasının parasını dahi karıştırmayacak kadar rızık hususunda dikkatli davranırdı. Böyle birlikte kaldıkları bir sırada, ablasının kullanması için kendisine ayrı bir ibrik veren Hüsrev Efendi ablasına diyor ki:

“Abla sen şu ibriği kullan. Benim abdest almak için kullandığım bu ibriği kullanma” diyor. Daha sonra 1964 hapsi sebebiyle Hüsrev Efendi’nin evde bulunmadığı bir sırada, Hatice Abla’sı nasılsa boş duruyor diyerek kardeşinin ibriğindeki suyu kullanmak istiyor. Fakat ne kadar aşağı eğse de ibrikteki su bir türlü akmıyor. Şaşkınlık içinde ibriği yerine koyan ablası: “A Hüsrev bana tembih etmiştin ama ibriğe de mi tembih ettin” diyerek ağlıyor. Daha sonra rüyasında Peygamberimiz (asm)’ı gören ablasına Resûlullah Efendimiz (asm):

“Üzül­me! Hüsrev benim varisimdir!”buyurarak kendisini teselli ediyor.

Yine ablası Hatice Hanım, Hüsrev Efendi hakkında gördüğü çok mübarek diğer bir rüyayı şöyle anlatmıştır:

“Rüyamda baktım ki Resûl-ü Ekrem (asm) Hicaz’da vefat etmiş ve bazı insanlar etrafında techiz ve tekfin işleri ile meşgul oluyorlardı. İş biraz uzayınca benim canım sıkıldı ve ‘Müsaade edin de Peygamber Efendimiz’i (asm) biraz da biz görelim’ dedim. Bunun üzerine o kişiler bana; ‘Resûl-ü Ekrem (asm)’ı biz senin evine götürüyoruz’ dediler. Sonra Peygamber Efendimiz (asm)’ın mübarek naaşını alıp kardeşim Hüsrev’in kalmakta olduğu bana ait evde bulunan duvardaki gömme dolabın içine koydular.” [6]

Said Nuri Efendi’nin Hatırası

Kuleönü “Mübarekler Heyeti” âzâlarından Hâfız Mustafa’nın oğlu ve Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin sağlığında kendisine talebe olanlardan Said Nuri Hoca Efendi, askere gitmeden önce Bediüzzaman Hazretleri’ni Isparta’daki evinde ziyaret eder. O sırada Hazret-i Üstad kendisine, “Hâfız Said, İnşâallah asker dönüşünde seni hizmetime alacağım” der. Fakat askerden döndükten sonra Bediüzzaman Hazretleri vefat eder. Bunun üzerine bir süre İstanbul’da kıraat talimi gören ve Arabca dersi alan Said Efendi, daha sonra Isparta’ya döner. Bir süre sonra Kuleönü’ne çocuk okutmaya gelen ve aslen akrabalarından olan Tâhirî Mutlu’nun “Hüsrev Efendi seni çağırıyor” diye haber vermesi üzerine Hüsrev Efendi’nin ziyaretine gider. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatmaktadır:

“Kapısını çalıp da Hüsrev Efendi’nin odasına girdiğim sırada, bir anda karşımda gayet açık ve seçik bir şekilde Bediüzzaman Hazretleri’ni gördüm. Hayatında kendisini altı defa ziyaret etmiş ve sohbetlerinde bulunmuş olduğum için gayet eminim ki aynı sima ve aynı ses ile Bediüzzaman Hazretleri sanki hayattaymış gibi benimle konuşmaya başladı. Ben bu halden büyük bir şaşkınlık ve hayret içerisinde kaldım. Bir süre öyle devam etti. Daha sonra baktım ki karşımdaki zat Hüsrev Efendi’dir. Sonra elindeki Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuası’nı tefe’ül eder gibi açarak bana uzattı ve “oku” dedi. Okumaya başlayınca baktım ki tam da babam Hâfız Mustafa’nın Hazret-i Üstad’a yazdığı mektub açılmış!…

Yine, Hüsrev Efendi Üstad’ımız tedavi olmak için Ankara’ya gittiğinde bir süre sonra ben de arkasından gittim. Fakat yalnız Bahçelievler’deki yeğeninin evinde kaldığını biliyorum ve adres hakkında başka bir malumatım da yoktu. Ankara’ya da ikinci gelişim. Bahçelievler’e ulaştıktan sonra sokaklarda rastgele dolaşmaya başladım. Adresi nasıl bulacağım diye düşünürken bir de baktım karşımdaki apartmanın penceresinde Hüsrev Efendi! Orada beni bekliyormuş gibi dışarı bakıyor.” [7]

Yaşar Çelik’in Hatırası

Hüsrev Efendi’nin 1963’te etrafında toplanan Ispartalı talebelerinden ve uzun yıllar çarşıdaki dükkânı Hüsrev Efendi’nin irtibat merkezi olarak çalışan Yaşar Çelik şöyle anlatıyor:

“Biz Hüsrev Efendi’nin kerametlerine sürekli muhatab idik. Onun gelen misafirlerin kalbinden geçenleri bilmesi ve ona göre konuşması her zaman şâhid olduğumuz harikalarından idi. Hem yakın veya uzak gelecekten biiznillah bize haber verdiği pek çok şeylerin birer birer çıktığına çok kez şâhid olmuşuzdur ve hâlâ da şâhid olmaktayız. Yalnız numune olarak bir tanesini anlatayım.

Üstad’ımızı 1974’te İzmir’de hastahanede ziyaret etmiştim. Daha önce hapisteki ziyaretimde olduğu gibi bu ziyaretimde de kendisine küçük bir gülyağı götürmüştüm. Kalkarken vermek üzere elimi cebime attığımda, ne çıkaracağımı bilmediği halde elimi tuttu ve “Önceki getirdiğin gül yağı daha bitmedi. İhtiyaç yok. Bak cebimde” dedi ve çıkarıp gösterdi. Zahiren elimi neden cebime soktuğumu ve ne yapacağımı bilmediği halde bana bu şekilde konuştu. İşte Üstad’ımızın bu hâli, belki yüzlerce kez karşılaştığımız devamlı bir hâliydi.” [8]

Kadir Mısıroğlu’nun Hatırası

İleride gelecek Eskişehir Hapsi bahsinde de görüleceği üzere, tarihçi-yazar Kadir Mısıroğlu bir müddet Eskişehir’de birlikte hapis yattığı Hüsrev Efendi üzerinde şâhid olduğu kerametleri, hatıralarında kaleme almıştır. Onlardan birisini kendisi şöyle naklediyor:

“Hüsrev Efendi’nin benim hayatımda zâhir olan kerâmeti pek çoktur. Bir defasında (mahkemede) celseye çıkmadan bir iki gün evvel bir rüya gördüm. O zaman rüya tabirinden pek anlamıyordum. Kendisine tâbir ettirdim… Bu rüyayı anlattığım Hüsrev Altınbaşak: “Sen bu hapisten çıkacaksın. Ancak ikinci defa hapsolacaksın! Bu hapis de birincinin iki üç katı olacak!” dedi. Bu tâbir aynen çıkmıştır.

Hatta bir başka rüyanın tâbiri dolayısıyla da bana, iki celseye çıktıktan sonra tahliye olacağımı söylemiştir. Birinci celse iki gün sürmüştü. İkinci gün duruşmaya girerken tahliye olup olmayacağımı sormam üzerine:

“Bu ikisi bir celsedir. On beş gün sonra bir celse daha yaparlar, onun ikinci gününde tahliye olursun” demiştir. Bu da aynen çıkmıştır. Hâkimler ikinci celse için tam da on beş gün sonraya gün vermişler ve bu ikinci celsenin ikinci gününde tahliye olunmuştum.” [9]

Selahaddin Benli’nin Hatırası

Saff-ı evvel Nur Talebeleri’nden Nuri Benli’nin oğlu merhum Selahaddin Benli, Hüsrev Efendi’nin talebelerine kendi başından geçen şu hadiseyi anlatmıştır:

“Ben genç yaşlardayken Hüsrev Efendi’nin pazar alış verişini yapmak gibi bazı hizmetlerini görürdüm. Sürekli olarak, önceden tanıştığımız çarşıdaki falan adamın dükkânına uğrama diye tenbih ederdi. (O adam da Hüsrev Efendi’nin en baş muarızlarından biriydi.) Ben de ara sıra o dükkâna uğradığım halde, gitmiyorum derdim. Bir gün yine Hüsrev Efendi’nin alış veriş yaptığım kapaklı sepetiyle pazardan dönerken o adamın dükkânına uğramıştım. O da bir işi görmem için bir yere kadar gidip gelmemi istedi. Ben yokken o adam sepetin kapağını açmış ve içindeki patlıcanların kafalarını koparıp geri içine koymuş. (Bu şekilde Hüsrev Efendi’ye gözdağı ve tehdid mesajları gönderdiklerini düşünüyorlardı.)

Ben de habersiz bir şekilde sepeti götürüp Hüsrev Efendi’ye teslim ettim. Sepetteki vaziyeti gören Hüsrev Efendi ertesi gün yanına gittiğimde bana doğrudan, “O adamın yanına gittin mi” diye sordu. Ben de korkudan gitmedim dedim. Bunun üzerine Hüsrev Efendi orada açıkta bulunan 220 voltluk elektrik tellerini tutarak, ‘Bak Selahaddin yalan söylemeyeni elektrik çarpmaz. Eğer doğru söylüyorsan tut’ dedi. Ben de ağlayarak ‘Evet efendim gittim’ diye itiraf ettim.” [10]

[1] Osmanlıca Mektubat, s. 238 Geri
[2] Hayrât Vakfı Arşivi, Emidağ Lahikası-1, s. 170 Geri
[3] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[4] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[5] 1967 Mahkemesi’nde Ali Akbulut’la birlikte Kur’ân öğretmek ve Risale-i Nur dersi vermekten başka bir suçları olmayan 36 Nur Talebesi’ne toplam 101 sene ceza verilmiştir. Geri
[6] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[7] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[8] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[9] Geçmiş Günü Elerken II, s. 231 Geri
[10] Hayrât Vakfı Arşivi Geri