Hüsrev Efendi öğlene kadar Kur’ân yazmakla vakit geçiriyor, öğleden sonra kapılarını ziyaretçilere açıyordu. “Bu kapıya gelip imanî bir mes’eleyi öğrenmek isteyenlere ben kapımı açmazsam mesul olurum” diyerek insanların imanlarına hizmet etmek için duyduğu mesuliyet duygusunu ortaya koyuyordu. Gelenlere Risale-i Nur’un Sünnet-i Seniyye üzerinde yürüyen, bid’alarla ve siyasetle bulaşmamış, tertemiz, yüksek ve istikametli yolunu ders veriyordu. Kendisini dinleyen talebeleri bu sohbetlerden aldıkları feyzi, “Öyle ihlas, nûraniyet ve fuyuzat dolu bir hava olurdu ki sanki başımızda kuş var da uçacakmış gibi pür dikkat dinlerdik” diye anlatıyorlar. Aldıkları bu yüksek feyzin tesiri altında memleketlerine döndüklerinde ise, zamanın şiddetli baskı ve tehdidlerinden hiç korkmaksızın dört elle Nur Hizmeti’ne sahip çıkıyor, hizmet uğruna gereken her türlü fedakârlığı gösteriyorlardı.

Hüsrev Efendi’nin 1951-71 yılları arasında yirmi sene hizmet ettiği evin avludan görünüşü – Isparta

Hüsrev Efendi’nin 1951-71 yılları arasında yirmi sene hizmet ettiği evin avludan görünüşü – Isparta

Talebelerinin dünyevî-uhrevî her derdiyle, sıkıntısıyla ve mes’elesiyle hassasiyetle ve sabırla alâkadar olan Hüsrev Efendi, her türlü suale -çoğu zaman daha kendisine sorulmadan- tatminkâr cevaplar veriyordu. Bir yandan da talebelerin -Risale-i Nur Talebesi olmanın bir gereği olarak- yazıp getirdikleri Risalelerin arkasına dualar yazıyor, ‘Kardeşim sen bana hazine getirdin!’ diye kendilerini taltif ediyordu. Yazdığı her dua, talebelerine ciddi bir şevk unsuru oluyor ve kalemle hizmette usanmadan devam ediyorlardı.

Hüsrev Efendi sohbetlerinde, iman ve Kur’ân hakikatlerini, Risale-i Nurlar’ın ehemmiyetini, Risale-i Nur’un hizmet esaslarını, Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî makam ve vazifesini, iman ve Kur’ân davasını, kalemle Nurlar’a hizmet etmenin kıymetini, âhirzaman fitnelerinden kurtuluş yollarını, sık sık karşılaşılan bazı fıkhi mes’eleleri, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmenin faziletini anlatıyordu. Talebelerine İslâmî ahlak ve âdâba son derece riayet etmelerini telkin ediyor, İslâmiyeti her cihetle yaşamaya gayret eden bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu. Nur’un müştak talebeleri, “Benim yanımda dünya yoktur!”diyen Hüsrev Efendi’nin sohbetlerinde adeta kendilerinden geçiyorlar, dünyevî dertlerinden sıyrılıyorlar, Hüsrev Efendi’nin dilinde billurlaşan hakikatlerle mânevî âlemlere seyahat ediyorlardı. Talebelerinin nazarında Hüsrev Efendi Risale-i Nur’un cisim giymiş haliydi. Zira Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kuvvetli iman ve güzel ahlakı onun zatında görüyor ve hakikatlerini onun lisanından ders alıyorlardı. Bediüzzaman Hazretleri onun için “Sırr-ı ihlâsa tam mazhar oldu” demişti. Risale-i Nur’daki yüksek hakikatleri, en avamdan birinin de anlayabileceği şekilde basit misallerle kolayca anlatıyordu. Bunun için sohbetleri dinleyenler üzerinde azim tesirler bırakıyordu.

Şimdi Hüsrev Efendi’nin sohbetlerine bir numune olarak, 1963 yılında yakın talebeleriyle yaptığı bir dersini o zaman Said Nuri Efendi’nin tuttuğu notlardan takip ediyoruz.

“Biz Kur’ân’ın İlmini Öğreniyoruz”

“Sizin hiç malumatınız olmasa da sizin ahlakınız, dürüstlüğünüz sizi başlarda gezdirir. Benim en çok dikkat ettiğim, ahlak seviyesidir.

Şimdiye kadar Kur’ân’ın ne dediği hakkında mânâ veriliyordu. Mesela:

[الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ] Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn: “Bilcümle hamd ü senâ Cenab-ı Hakk’a mahsustur. O da âlemlerin Rabbi’dir” gibi (manası veriliyor) idi. Fakat (şimdi) Risale-i Nur bunu açıyor. Yani biz ne için ‘elhamdülillah’ diyeceğiz? Bunu gayet tafsilen izah ediyor.”

Hem (Hüsrev Efendi) Üstad’ımız (ra) Besmele-i Şerîf hakkında bir izah yaptı ki cihana değerdir.

Hem sekiz yüz sene evvel küfürle mücadele eden ve kerametleri müslim ve gayr-i müslimler arasında tevatür kesb etmiş olan Üstad’ımız Gavs-ı Âzam (ks) Şeyh-i Geylânî Hazretleri’nin, mübarek kudsî Üstad’ımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne hitaben: “Sen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de aza bulunuyorsun. Güya Müslümanların yaralarına çare bulmak için çalışıyorsun. Hâlbuki asıl hasta sensin” diye olan ihtarını ise, (Hüsrev Efendi Üstad’ımız) bize buyurduklarında, asıl ıslah edilecek olan nefis ise hepimizin kendi nefisleri olduğunu bildirdiler.

Hem yine Hazret-i Gavs-ı Azam’ın (ra) makamını haber vermek için o meşhur ‘قُمْ بِاِذْنِ اللهِ – Allah’ın izniyle kalk’ diye pişmiş tavuğu ayağa kaldırması olan harika kerametlerini anlattılar. Ve bu sırada kendileri öyle hoş bir eda ile ‘Kum biiznillah’ dediler ki, bütün ölmüşler dirilecek zannettik! Cenab-ı Hak kendilerinden ebeden razı olsun, amin!

Hem yine mübarek ve kudsî Üstad’ımız (ra) Efendimiz (Hüsrev Efendi), kendilerine irade-i cüz’iye, irade-i külliye hakkında olan bir sual tevcih edildiğinde şöyle buyurdular:

“Senin on bin lira paran vardır. Elbise alacaksın. En iyisini alırsın. Kendin bir şey yiyeceksin; evine dahi en iyisini alırsın. Madem sana Cenab-ı Hak akıl gibi kıymetli bir nimet ihsan etmiş. Öyle ise onunla a’mâlin (amellerin) dahi en iyisini yap. Yani nasıl ki, giyeceğin ve yiyeceğin en fenasını alıp Allah bana bunu aldırtıyor diyemiyorsun. Öyle ise a’mâlin dahi en hayırlısını seç ve en iyisiyle amel et. O zaman nur üstüne nur bulursun.”

(Hüsrev Efendi Üstad’ımız buyurdu ki:) Hangi insanın hangi şeyi çok ise ondan o hususta istifade edilir. Mesela bağ bozumu zamanında merkep ile üzüm getiren bir insan her isteyene verir; fakat sepet ile getiren ise herkese vermez. Aynen böyle; dînî malumat ile kendini yetiştiren bir kimse başkalarına da faideli olması için öğrendikleri hakikatleri başkalarına anlatıp onları yetiştirmesi lazım.

Hem yine Üstad’ımız (ra) Efendimiz, cehennem hususunda bizleri dehşetli ictinaba davet ederek cehennemdeki azabları, işkenceleri izah ederek korkuya davet etti. Ve bu hususta derslerini Yahya (as)’ın cehennemden çok korktuğunu ve babası Zekeriya (as) her zaman halka hitab ederken oğlu Yahya (as) yok ise cehennemden, eğer halkın içinde var ise cennetten bahsettiğini bize tafsilen anlattı.

Hem dahi bizim Cenab-ı Hakk’a her zaman ve hem-ân (daimâ) muhtaç olduğumuzu şöyle bir misal ile anlatarak bizlerin daima Cenab-ı Hakk’a karşı şâkir-i hâmid (şükreden ve hamd eden) olmamızı söylerdi. “Sizlere bir işi olan bir insan gelse, sizi medhetse, siz ona kalben dersiniz ki, ‘Haydi oradan dalkavuk adam! İşin bitecek de onun için böyle konuşuyorsun’ diye reddedersiniz. Öyle de insan Cenab-ı Hakk’a her zaman nihayetsiz derecede muhtaç iken, Cenab-ı Hak herkese istese de istemese de nimetlerini verdiği halde bazı insanlar onu hatırlamayıp ancak bazı eli yetişmediği hususlarda Allah’a el açsa nasıl olur? Fakat insan Cenab-ı Hakk’a şiddet-i ihtiyacını hem-ân anlayıp ona el açsa niyaz edip yalvarsa elbette Allah reddetmez. Hem el açsa, hem de bazı hususlarda baş kaldırsa dalkavuk ve kâzib (yalancı) olarak reddedilir. Cenab-ı Hak cümlemizi razı olduğu şekilde hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’de istihdam etsin. Âmîn bi hakkı seyyidi’l-mürselîn.”

Hem yine tevbe hakkında Üstad’ımız (ra) buyuruyor: “Devamlı tevbe etmek lüzumunu ve tevbenin günah işlenen zamana münhasır olmadığını anlatarak, bu hususta Süleyman ve Eyüb aleyhisselamları örnek olarak gösterdikten sonra Kur’ân-ı Azîmüşşan’da vâkî olan âyetleri yani [نِعْمَ الْعَبْدُ اِنَّهُٓ اَوَّابٌ] âyet-i kerimesini ve onlar hakkında, “O ne güzel kuldur! Daima tevbe ederdi” diye onların günahları yok iken tevbe ettiklerini ve medh-i ilahiye mazhariyetlerini anlatır ve bizim de her zaman tevbekâr olmamızı buyururdu.” [1]

Hüsrev Efendi’nin, 1963’lerde Said Nuri Hoca Efendi tarafından kaleme alınan sohbetinden iki sayfa

Hüsrev Efendi’nin, 1963’lerde Said Nuri Hoca Efendi tarafından kaleme alınan sohbetinden iki sayfa

Hüsrev Efendi’nin sohbetlerine dair bundan sonraki kısımlarda aktarılan nakiller iki yüzden fazla talebesiyle yüz yüze yapılan görüşmelerde anlatılanlardan alınarak derlenmiştir.

Risale-i Nur’un esaslarını talebelerine devamlı sûrette anlatan Hüsrev Efendi, sadakat ve sebat hususuna da sık sık dikkat çekerdi. Zira iman ve Kur’ân hizmeti pek çok zorluklarla devam ediyordu. Baskılar, gözetlemeler, işkenceler, zulümler, mahkemeler, hapisler ister istemez Risale-i Nur’dan istifade etmek isteyenleri korkutuyor, Risale-i Nur davasını omuzlamak isteyenleri tedirgin ediyordu.

Hüsrev Efendi bu zor şartlar altında hizmet eden talebelerini şöyle müjdelerdi: “İleride çok zatlar gelir, sizi çok geçerler. Ama sevap cihetinde geçemezler. Çünkü onların almış olduğu sevapları sizin de defter-i hasenatınıza yazarlar. Sadık kalırsanız temel olursunuz. Evet, ilimde çok ileri zatlar gelir, sizi çok defa geçerler. (Fakat sevab cihetinde geçemezler)” [2]

Zaman zaman, “Kardeşim! Nurcusun, nasıl korkarsın? Korkarsın, nasıl Nurcusun?” diyerek talebelerine cesaret aşılayan Hüsrev Efendi, “Meyveli ağaç gibi olun! İnsanlar ona taş atarken, o insanlara meyve atar” derdi. “Musibetlere karşı öyle metin ve öylesine dayanıklı olmalısınız ki; mesela süratli akıntısı olan bir nehrin tam ortasında başını kaldırmış bir kaya parçası gibi olmalısınız. Nehrin suyu, o nehrin ortasında baş çıkarmış kayayı yerinden söküp atmak için, mütemadiyen kayayı koparmak için çalışır. Baş çıkaran kaya da sağından ve solundan gelen su akıntısını omuzu üzerinden sen de geç, sen de geç diyerek mukabele ettiği gibi, siz de size gelen musibetlere ‘sen de geç ey musibet, sen de geç’ deyiniz.” diyerek metanet dersi verirdi.

Yine, “Biz bugüne kadar Allah yolunda pek çok sıkıntılar çektik. Biraz da Allah yolunda siz çekin. Duyduğunuz bazı şeylere karşı sağır olun ve sabredin” [3] gibi telkinatlarla talebelerini, iman hizmeti yolunda karşılaşılması muhakkak olan sıkıntı ve imtihanlara karşı Allah rızası için sabırlı ve hazırlıklı olmaya davet ederdi.

Üçüncü filiz olan bu yeni Nur Talebeleri Risale-i Nur’dan kazandıkları iman ve Hüsrev Efendi’den aldıkları sadakat ve sebat dersleri sayesinde hiç taviz vermeden hak bildikleri yoldan şaşmıyorlardı. Hiçbir zulüm ve baskı da onları bu yoldan alıkoyamıyordu. Bir Nur Talebesi mevzu ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Isparta’da, Üstad’ımızın ziyaretine giderken yolda karşıma bir polis çıktı. Sordu: ‘Nereye gidiyorsun?’ ‘Şurada büyük bir zat var, onu ziyarete gidiyorum’ dedim. ‘Ziyaret edecek başka kimse bulamadın mı?’ dedi. Ben de, ‘Bulamadım’ dedim. Bunun üzerine elimdeki çantayı çekip aldı ve onunla beni dövmeye başladı. Sonra bıraktı. Ben de yoluma devam ettim. Üstad’ımızın huzuruna girdiğimde başımdan geçenleri anlattım. Üstad’ımız, oradaki kardeşlere beni göstererek şöyle dedi: ‘İşte görüyorsunuz; bizim talebemiz böyledir, dayağı yer, sadakati ve sebatı sarsılmaz, yine gelir.” [4]

[1] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[2] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[3] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[4] Hayrât Vakfı Arşivi Geri